OZAN ARİF’İN ARDINDAN

Ben Arif’im baba bildim devleti, Benim işim uyandırmak milleti, Söylediğim bu destanın kıymeti, Bugün bilinmezse yarın bilinir..

Ozan Arif Şirin.
Ozan Arif Şirin.
Ozan Yusuf Polatoğlu yazdı:
Ozan Yusuf Polatoğlu yazdı:

Bir kalem yazıya sustu, bir kelam söze sustu. Ömrün yer aldığı “kader”, müddet buraya “kadar” hükmüyle tecelli eyledi… Yaşamaktaki fanilik, ölümdeki bâkiliğe teslim oldu. Bir dâvâ eri Hakka yürüdü… Her ölüm vaktindedir, fakat insan gönlü her ölümü erken bulma hissiyatına düşer. Ozan Arif gibi sesi ve sözü kitleler üstünde  yankılanan biri söz konusu ise,  bu burukluk daha çok hissedilir. Ve.. bir teselli varlığıdır ki kalemiyle yazdıkları, sesiyle okudukları bu gök kubbede onu temsil etmeye devam edecektir..

Şüphesiz kalem ve kelam ustası idi. O başarılı şiirler  asla tesadüf değildi. O bir zeka insanı idi. İçindeki ülkücü olmak aşkıyla bu söz gücü birleşince o yekun eserler ortaya çıktı. Nasıl ki bir kalem ustası muharrir, makalede bir konuyu başlatır, geliştirir ve sonuca bağlar, Ozan Arif’in şiirleri böyleydi. Konunun dışına çıkmadan o konuyu layıkıyla şiir diliyle, anlam-kafiye-vezin bütünlüğü içinde başlatır, geliştirir ve sonuca bağlardı. Bir ressamın fırçanın yumuşaklığıyla renklere yön vermesi gibi kelimeler, mânâlar kaleminde yerini bulurdu.

Tenkitlerinde sert idi.  En baştan son sözü söyleyecek derecede  açık ve pervasız idi.  Belki burada kendinden ve tespitlerinden emin olması ve korkusuzluğu tayin edici oluyordu. Bu hassasiyetini önemsediği vatan-millet-devlet değerlerine bağladığı biliniyordu. Dışa doğru bu savunma refleksi, milliyetçilik şuuru ile birleşip eyleme dönüşüyordu.

Öte yandan içe yönelik bazı durumlar da gözden kaçmadı. Ülkücü Hareketin siyaseten iyi idare ve temsil edilmediği noktasında çoğumuzun tespit ve tenkitleri olmuştur. Bunu hepimiz kendi bilgi ve üslubumuzla yapmışızdır. Ozan Arif’in de kendi noktasından bu temsil edilme yetersizliğine eleştiri getirirken, davanın daha iyi noktalarda olması arzusundan mülhem hareket ettiğini düşünebiliriz. Bunu söylerken kendi kanaatimizce üslubun esas kadar önemli olduğuna da inandığımızı belirtiyoruz.  Ozan Arif’in yukarıları eleştiren bir kaç şiirdeki üsluba herkesin katılmadığı da, çok aşırı bulunduğu da malumdur. Bu sert üslubun faydasızlığı, yanlışlığı da değerlendirilebilir. Fakat bunun tartışması geneldir, vefatın vuku bulduğu günleri bağlamaması gerekir.

Söz konusu kişi, ömrünü başarılarıyla bu davaya hizmet ederek geçirmiş birisidir. Bir olgunluk, sabır ve müsamaha hep arzu edilir. Sıkıntılı durumlarda dahi bazı şerhler, serzenişler koyarak da olsa, asgari bir  vefa bakışı, davranış ve diyalog biçimi başarılabilmelidir. Bundan dolayı söz konusu çevrelerin suskun kalması, televizyonlarının durumu görmezden gelmesi doğru olmasa gerektir. Hatta mazeret ötesidir.

Bugün bir edebiyat adamının, bir dava adamının aramızdan ayrılmasının yanında, uzun yıllar beraber olduğumuz bir dosttan ayrılmanın da ağırlığını yaşıyoruz. Kendi noktamdan baktığımda zaman şeridinin içinde ben de hüzün dalgaları arasında kalmaktayım. Aramızda bir “kırgınlık” asla olmadı, kırıcı dışlayıcı tek kelime söz etmedik bir birimize. Fakat kırgınlık şeklinde olmasa da  bir “durgunluk” olduğu da doğrudur. O yoğun yıllardan sonra uzun bir süre görüşemesek de yine karşılaştığımız oldu. Az da olsa telefon görüşmelerimiz de gerçekleşti. Hastalığı döneminde gönderdiğim iletiler ve telefonda görüşüp dostça helalleşmek  şükür ki ihmal edilmedi.

1986-87 yıllarındaki yaşanan durumlar bir şekilde bize de yansıdı. Fakat Oluşan farklılık bizdeki nezaketi, saygıyı değiştirmedi. Çok istişarelerimiz, fikir teatilerimiz oldu. Benim ozan oluşum ve duygusal yapım gereği o tartışmalı durumlardan çok etkilenmiştim. Kader arkadaşları arasında kırıcılıklar, vefaya, saygıya uygun olmayan sözler ve davranışlar beni çok düşündürdü. O günlerde “Sinan’a mektuplar” diye 10 şiir kaleme aldım. Sinan en başta benim dedim. Kişisel olarak kimseyi hedef almıyordu, geneldi. Vefaya, sevgiye, vicdani inceliklere, adalete, prensiplere çağıran telkinler idi. Ve o yıl yayınlanan “Gönlümü Dinlerken” şiir kitabımda bu Sinan şiirleri de yer aldı. Tabiatıyla imzalayıp Ozan Arif’e  de gönderdim bu kitabı. Bir kaç gün sonra telefonda konuşurken, kitap hakkında onore edici, takdir edici sözleri oldu. Fakat bir serzenişi de hemen ekledi. Aynen şöyle dedi: “ Ya Yusuf’um, bir ağzı yok, dili yok Sinan bulmuşsun yazmış da yazmışsın, söylemiş de söylemişsin”. Nüktedan idi. Hemen burada bu tek taraflı yazdıklarının cevabı da var demek istiyordu.

Söz buraya gelmişken herkesin bilmediği bir durumu daha açıklamak isterim. 1986 yılı içinde yaşadığımız o sıkıntılı ayrılık durumunu bir şiire döküp gönderdim. Hemen şiir diliyle bir cevap geldi.  Ve ben tekrar cevap yazdım şiir diliyle. Derken  şiir diliyle karşılıklı bir fikir tartışması başladı. Nezaket içinde, saygı içinde ve fakat farklılıkların cesaretle yazıldığı çok sayıda şiir oluştu. Yer yer kıyasıya tartışma vardı bu şiirlerde ama edebi çerçeve içinde idi. Daktilo ile yazılmış, zaman zaman altına el yazısı ile dipnotlar düşülmüş bu şiirler, hem Ozan Arif’in hem benim arşivlerimizde durmaktadır. İleriki yıllarda bir şekilde yayınlanacaktır. Ben bu günden düne bakarken kendi medeni cesaretimi ve duruşumu kutlarken,  Ozan Arif’inde o olgun tavrını saygıyla yad ediyorum.

Şiirlerinden örnekler vermek zor ötesi bir durum. Zira şiirlerinin bütünü görülmek okunmak değerinde şiirlerdir. Yine de onun bazı dönemlere damga vuran şiirlerinin bir kaçını hatırlatmak doğru olacaktır. Nitekim, “Siz sormayın bana aşkı/Ben bu yurdun aşığıyım” deyişini bakış açısı ve ilk adım sayarsak buradan yol güzergahını ve hedefleri de görürüz.

 

70’li yıllardaki hazin durumlar onu söyletmiştir:

Ben bu vatan, ben bu yurdum hemşerim

Özlerimden kan akmaya başladı

            (…)

Hazan geldi bunca genci götürdü

Kış bağrıma mezar oldu oturdu

İlkbaharda bostan bomba bitirdi

Yazlarımdan kan akmaya başladı

            (….)

Garez girdi milletimin bağına

Kötü düştüm bölünmenin ağına

Son günlerde kefen oldum çoğuna

Bezlerimden kan akmaya başladı

            (…)

Asıl büyük hedefini büyük bir gönül coğrafyası olarak yine o yıllarda kurmuştur:

Ayşe Fatma değil beni ağlatan

Gülmeden ölürsem ona yanarım

Ağlatan Turan’dır başka bir vatan

Bulmadan ölürsem ona yanarım

(…..)

Cesareti, gözü karalığı rast gele olmanın ötesindedir hep. Yani kararlı olarak ve tercih ederek sözünü sakınmamış, inandığını söylemiştir.

Yeter be..! Yeter be sabrımız taştı

Korkum yok…Korkum yok…Korkum yok sizden

            (…)

Tarih boyu ezileni ezenler

Korkum yok…Korkum yok…Korkum yok sizden

            (…)

Ölümden öteye köy mü kurdunuz

Korkum yok…Korkum yok…Korkum yok sizden

            (…)

diye  cesaretle haykırırken dokunulmaz sanılan yerlere meydan okuyarak bir tabuyu yıkmıştır.

Şiirleri hep önemli konuları dikkatlere sunmak içindir. Aşağıdaki şiirin 11 dörtlükten oluşan bütünü okununca görülecektir ki Müslüman’ın davranış biçimi  ve yaşayışı hakkında çok ciddi, çok etkili bir “muhakeme-muhasebe sorgulaması” vardır:

Müslümanlar neden böyle perişan

Sebebini sorup arıyor muyuz

Bu işin sebebi bence Müslüman

Acaba farkına varıyor muyuz

 

İslam’ın şartı beş, imanın altı

Diyerek işleriz her türlü haltı

Aklımıza gelmez toprağın altı

Emaneti sağlam koruyor muyuz

            (…)

12 eylül dönemi hukuksuzlukların işkencelerin hüküm sürdüğü bir kara dönemdir. Daha ilk aylarında darbe yönetimine sahnelerden seslendiği türkü ikaz ve sezgi içerikli olmuştur:

Meydan sizin onun bunun sözünü  

Duyarsanız yazık olur vatana

Kuru lafla memleketin gözünü

Boyarsanız yazık olur vatana

            (…)

Nitekim yazık olmuştur vatana. Akan kanın akmasının da, durmasının ip uçlarının da  belli karanlık ve derin güçlerin elinde olduğu anlaşılmıştır.  Gerçekten de bu darbe yıllarının bilançosu hukuk ve kültür değerlerimiz adına çok ağır olmuştur. Darbe devri olmasından dolayı “herkesin sustuğu”, ya da “sesini kıstığı” bir zamandır.. İşte bahsettiğimiz cesaret burada da sözünü esirgememiş, korkusuzca haksızlığa destanları ile direnebilmiştir. C5 zindanlarında yapılan insanlık dışı işkenceleri gündeme keskin vurgular ile taşımış, kitabında da kara zemin üzerinde yazıya dökmüştür.

O günlerin gölgesinde yüzde doksan iki ile kabul edildiği bilinen,  asker baskısının ağır olduğu durumda kimsenin pek itiraz edemediği “seksen iki anayası”nı,

Bana sorarsanız bu anayasa

Sonu uçurumlu yola benziyor

Bu yasaya göre memleket ise

Meçhule yol alan sala benziyor

diye başlayan 17 dörtlükten oluşan şiirinde, günü gününe değerlendirmiş olması da anlamlıdır. Tabiî ki yurt dışında olması bu imkânı vermiştir. Ama vakti vaktine ortaya konan tespitler ve itirazlar önemlidir. Sonraki yıllarda bütün çevreler bu anayasanın çok yanlışlar, yetersizlikler içerdiğini söyleyecektir..

12 eylül bir proje ve dizayn hareketine dönüşmüştür. Gençliği düşünmekten, hedeflerden, gayelerden koparan bir misyonu uygulamaya sokmuştur adeta.  Ozan, kıyılan değer ve emeklerin sancısını ta o zaman hissetmiş ve yazmıştır:

Bazen Yunus,bazen Yavuz’ca giden

Yolcuya kıydılar, yola kıydılar.

            (….)

Önceden kıysalar yine yanmazdım

Zafere bir adım kala kıydılar

            (…)

Ahde vefa var ya, umutmuş gardaş

O umut ki bizi uyutmuş gardaş

Baltalar sapını unutmuş gardaş

Ormana ağaca, dala kıydılar

            (…)

Çekilenler hayalimde yadımda

Anlatmakla bitmez iki adımda

Kırk dörtten seksene hesapladım da

Otuz altı buçuk yıla kıydılar

            (…)

Uzun yıllarını birebir Almanya’da içimizden biri olarak yaşamıştır. Buradaki insanımızın sorunlarını “göç-göçmen” eksenli şiirlerinde çok güzel bir şekilde ele almış, başarılı durum tespitleri ve geleceğe yönelik sezgilerini ortaya koymuştur. Almanya’daki durumlar üzerine yazdıkları da çok sayıdadır. Ta 80’li senelerde Almanya’daki durumlara yorumları çok yerinde tespitlerdir. İlk bendi aşağıda olan 17 bentlik destan şiir,  sonradan daha da çok artacak olan yabancı düşmanlığının sezgisinden izler taşımaktadır:

Alamanya unuttun mu seni sen

Demokratik insancıldın hani sen

Hele düşün hatırlarsın dünü sen

İlk geldiğim zaman bando çaldınız

Neden şimdi bana düşman oldunuz.

            (…)

Kader arkadaşlığını, dava arkadaşlığını, ülküdaşlığı paylaştığımız uzun yıllarımız oldu. Berlin’den Viyana’ya.. Hollanda’ya Belçika’ya.. İsviçrede’den Fransa’nın dağlık bölgelerine, İspanya sınırındaki Perpingnan’a  kadar Atlas okyanusu kıyısındaki Lehawre şehrine  kadar uzun yollar ve yolculuklar.. Yorgunluklar.. Uykusuzluklar.. Geriye dönüp baktığımızda nice hatıraların çağrışım yaptığını görmekteyim. O uzun yollar Ozanımızın sohbetleri ve kendi tatlı üslubu ile anlattığı fıkralar olmadan belki de çekilmezdi.  Ali Batman ve İhsan Öner başkanlarımızın da  katıldığı kelimenin son hecesinden üretilen yeni kelimeler üzerine kurulan yarışmalar yapardık.Yol boyu Şahballı, Ozan Nihat, Ben ve Ozan Arif zaman zaman karşılaşmalar, atışmalar yapardık. Ahmet Baydaroğlu bekler bekler, söz konusu ayağa kafiyesine uygun olarak sonunda bir dörtlük eklemeye çalışırdı. Bu yönde dile getirilecek hayli anekdotlarımız vardır.

Bazı şiirlerinin nasıl yazıldığını, olayın içinden şahidi olarak biliriz..1985 yılıydı. Fransa’da dağların, derelerin arasından geçmekteyiz.. Türkiye’ye gidemediği günlerdi. Sılasına benzetti o manzarayı. Kitabında da  var olan, aşağıdaki dörtlükle başlayan şiir orada doğdu:

Yine akşam oldu gurbette aahh ahh

Bilseniz nereler aklıma düştü..

Ellerin yurdun çürüdüm eyvah

Ta.. bizim oralar aklıma düştü..

                       (…)

Âşıklık geleneği, halk edebiyatı ona layık olduğu yeri verecektir. Milletimizin, bütün sevenlerinin başı sağ olsun. Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyoruz. Üzüntümüz içimizde, dualarımız dilimizdedir. Sofralarında çay ve lokmalarını paylaştığımız değerli ailesine, muhterem eşi Süheyla hanımefendiye, yegâne evlatları Mehmet Alp’e baş sağlığı dileklerimizi sunuyor, sabırlar diliyoruz.

Güçlü yazan idi.. Güçlü Ozan idi.. Gresun’un  Alucra’sından Anadolu’nun en ücrasından bir ses idi bu ses.. Anadolu’dan Avrupa’yı adım adım koşan, Kanada’ya kadar sınırları aşan, ta Avustralya’ya taşan er ses idi bu ses.. Bu milli ülküye seslenen  yâr sesi idi bu ses.. şiirde,  ustaydı sır ses idi bu ses..  haykıran hak ses, tok ses, gür ses idi bu ses.. Bıraktığı izleri kalacak.. Bu kubbede hoş bir seda olarak sözleri kalacak…

Not: Bu yazı Referans dergisinden iktibas edilmiştir.